Sultan Abdülaziz zamanında Doğu Türkistan’a yapılan savaş yardımının gerçek hikâyesidir.Doğu Türkistan’dan gelen Yakup Han’ın
elçisi, namesini Sultan’a sundu ve Çin zulmü altındaki halkının içler
acısı durumunu anlatarak Padişah’ın engin kanatları altına sığınma
dileğini dile getirdi
Elçi tarafından örneklerle sunulan
Doğu Türkistan halkının vahim durumu, Abdülaziz’in ince ruhunda derin
akislerle yankılandı. Her ne kadar sıkıntılar içinde de olsa, dünyada
nerede bir mazlum varsa Osmanlı’nın eli oradaydı. Osmanlı’nın,
Afrika’daki Batı sömürgelerine uzanan yardım eli, kendi dindaşlarına
uzanmazsa olur muydu hiç?
Yakup Han’ın elçisi,
ülkesine donanımlı bir Osmanlı gemisi ve donanımlı bir savaş timiyle
İstanbul’dan mutlu bir şekilde ayrıldı. Hindistan’ın Bombay şehrine
varan gemi, yükünü burada boşalttı. Heyet, uzun bir kara yolculuğundan
sonra Kaşgar’a vardı. Türk heyetinin şehre varmasıyla şehirde bir anda
bayram havası esmeye başlamıştı. Yakup Han, Osmanlı heyetini yüz pare
top atışıyla selamlarken, halk da Osmanlı heyetini gözyaşları arasında
karşıladı.
Kafilenin başında bulunan Yüzbaşı Ali
Kâzım; etrafındaki dağlarda kimi yeşil, kimi sarı, hatta kimi kırmızı
yeşim taşları bulunan bu gizemli Kaşgar şehrini tanımaya koyuldu.
Burası herhangi bir Anadolu şehrinden farklı değildi. Hatta daha
gizemli, daha sihirli, üstü açılmamış bir hazine gibi duruyordu.
Doğu Türkistan’a gönderilen Türk
bayrağı geciktirilmeden Kaşgar semalarında dalgalanmaya, Kaşgar
camilerindeki hutbeler Osmanlı Padişah’ı adına okunmaya başlandı.
Yüzbaşı Ali Kâzım, Kaşgar’da kısa zamanda bir topçu taburu kurdu. Kendi kurduğu birliğe de Nizam-ı Cedid adını verdi.
Ancak bu durum, Çinlilerin hoşuna
gitmemişti. O günkü Çin ordusu bütün donanımıyla ve ezici çoğunluğuyla
Doğu Türkistan’a saldırdı. Çinlilerle giriştikleri bağımsızlık
mücadelesi sonucunda Osmanlı timi Çinlilere esir düştü. Uzak bir şehre
götürüldüler. Yüzbaşı Ali Kâzım ve arkadaşları zindana atılıp zincire
vuruldular. Günlerce işkence gördüler. Sırtlarında kamçı yarası olmayan
bir deri parçası kalmamıştı. Tırnaklarına demirden iğneler sapladılar.
Bu işkence faslı, tam otuz üç gün sürdü. Nihayet başta Yüzbaşı Ali
Kâzım olmak üzere hepsinin idamına karar verildi.
Elleri ve ayakları zincirlenmiş olan
Yüzbaşı Ali Kâzım, omuzlarına gömülen başını kaldırdı. Sırtını duvardan
ayırdığında derisinin bir kısmının duvara yapışıp kaldığını hissetmedi
bile. Dua makamına varacağı için kendisini toparlamaya çalışıyordu.
Rabbi Rahimine duada bulunmaya başladı:
‘
’Rabbim,
dedi, Rabbim, Sen biliyorsun ki buraya gelişimizde Senin rızandan başka
bir beklenti içinde değildik. Zalimin zulmünü durdurup, mazlumun
gözyaşını dindirip Senin rızana kavuşmaktı niyetimiz. Senin bizim için
göreceğin her duruma rızamız vardır. Yeter ki hakkımızda hayırlısı
olsun. Şimdi senin merhametine her zamankinden muhtacız.’’
Başı öne düşüverdi. Daha fazla takati kalmamıştı.
O sabah görevine yeni atanan Vali,
idamlık mahkûmları görmek için hapishanedeydi. Şehrin Valisi aslen doğu
Türkistanlıydı. Ancak çocukluğundan bu yana Çinliler tarafından
eğitilmişti.
Esirlerin idam edilişlerine Vali de
eşlik edecekti. İnfaz öncesi esirlere son istekleri soruldu. Ali Kâzım
kendisi ve arkadaşları için iki rekât namaz kılma isteğini belirtti.
Namaz kılma istekleri kabul edilen askerler abdestliydiler. Ali Kâzım
öne geçip imamlık yaptı. Diğer mahkûmlar onun arkasında saf tuttular.
Vali, mahkûmların yaptığı hareketleri dikkatle inceliyordu.
Mahkûmların namazı bittiğinde Vali,
Ali Kâzım Bey’in yanına geldi. Gözleri yaşarmıştı. İkisinin duyacağı
bir sesle ve aklında kalan Türkçesiyle:
— Bu işlediğiniz neçedir?
— Biz Müslümanların ibadetidir.
— Babam da böyle yapardı.
İdam, Vali tarafından ertelenmişti.
Vali’nin içindeki Doğu Türkistan ruhu, yıllar sonra dirilmişti… Bir
zaman sonra Ali Kâzım ve arkadaşları, İstanbul yolarındaydılar…
Arifhan Akpınarİstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü